ISSN 1303-6637 | e-ISSN 1308-531X
TURKISH JOURNAL OF FAMILY PRACTICE - Türk Aile Hek Derg: 24 (1)
Volume: 24  Issue: 1 - 2020
KLINIK MAKALE
1.New issue of our journal and COVID-19 pandemic
Esra Saatçı
doi: 10.15511/tahd.20.00101  Pages 1 - 2
Abstract |Full Text PDF

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.Evaluation of home health service care children with tracheotomy and mechanical ventilator
Dursun Mehmet Mehel, Mehmet Çelebi, Doğukan Özdemir, Gökhan Akgül, Erdinç Yavuz
doi: 10.15511/tahd.20.00103  Pages 3 - 11
Amaç: Bu çalışmada Samsun ilinde evde sağlık hizmeti verilen trakeotomili ve mekanik ventilatöre bağımlı çocuk hastaların klinik özellikleri, bakım veren ailelerinin sosyoekonomik durumları ve hastalık süreci ile ilgili tutumlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Haziran 2015- Haziran 2019 tarihleri arasında Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi Evde Sağlık Hizmetleri birimine kayıtlı, evlerinde takip edilen trakeotomili ve mekanik ventilatöre bağımlı toplam 32 çocuk hasta retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Çocuk hastaların ailelerine bilgi verilip sözlü ve yazılı onamları alındıktan sonra 19 sorudan oluşan anket formu araştırıcı tarafından ev ziyareti esnasında ebeveynlere sorularak dolduruldu. Anket soruları ile çocukların demografik ve tıbbi verileri, ailelerin sosyo-demografik ve ekonomik özellikleri, hastalık süreciyle ilgili eğitimleri ve psikolojik durumları değerlendirildi. İstatistiksel değerlendirme yüzdelik oranlar verilerek yapıldı. Bulgular: Çalışma grubumuzda yaşları 1 ile 16 arasında değişen, 19’u erkek (%59,3), 13’ü kız (%40,6) hasta bulunmaktadır. Çocuk hastaların 28’i mekanik ventilatöre bağlı takip edilirken, 4 çocuk hasta sadece trakeotomi ile takip edilmektedir. Kırk sekiz aylık takip sürecinde 5 ventilatöre bağımlı çocuk hasta vefat etmiş ve 2 çocuk hastanın trakeotomisi kapatılmıştır. Takip edilen çocuk hastalarımızın primer hastalıkları gruplandırıldığında 16’sının (%50) nörolojik, 6’sının (%18,7) solunum yolları hastalığı, 5’inin (%15,6) kas hastalığı ve 5’inin de (%15,6) metabolik hastalıkları olduğu tespit edildi. Trakeotomili ve ventilatöre bağımlı çocuk hastaların bakımına evlerinde devam eden ailelerin 31’i (%96,8) iş ve sosyal hayatlarının etkilendiğini, biri ise etkilenmediğini bildirdi. Ebeveynlerden baba, çocuğun beklenmedik durumlarında işe gidemediğini, işte ise de eve gelmek zorunda kaldığını bildirdi. Anneler ise çocuğunu hiçbir şekilde yalnız bırakamadığını, ev dışına çıkamadığını, alışverişlerini bile çoğunlukla komşularının yaptığını belirtti. Çocuk hastaların tamamına annelerinin baktığı, taburcu olmadan önce annelerin 31’inin (%96,8) hastalık süreci ve tıbbi cihazların bakımı ve kullanımı ile ilgili eğitim almalarına rağmen kendilerini yeterli görmediklerini bildirdiler. Sonuç: Trakeotomili ve mekanik ventilatöre bağımlı çocukların hastaneye mükerrer yatışlarını azaltmak, evde sağlık hizmetleri bünyesindeki ilgili sağlık çalışanlarına konu ile ilgili hizmet içi eğitimler vermek ve bakım veren ailelere ekonomik, sosyal ve psikolojik destek sağlamak için geniş kapsamlı çalışmalar yapılmasına gereksinim olduğu kanaatindeyiz.
Objective: The aim of this study was to evaluate the clinical characteristics of children with tracheotomy, dependent to mechanical ventilator, taking home care service, their families’ socioeconomic status and attitudes about disease process in Samsun. Methods: A total of 32 pediatric patients with tracheotomy dependent to mechanical ventilation who were enrolled in the Home Health Services Unit of Samsun Training and Research Hospital between June 2015 and June 2019 were included in the study. After the families of the pediatric patients were informed, verbal and written consent was obtained. The questionnaire consisting of 19 questions was filled by asking the parents during the home visit by the researcher. Demographic and medical data of children, socio-demographic and economic characteristics of the families, their education about the disease process and their psychological status were evaluated by the questionnaire. Statistical evaluation was made by giving percentage rates. Results: In our study group, there were 19 male and 13 female patients aged between 1 and 16 years. While 28 of the pediatric patients were followed up due to mechanical ventilation, 4 pediatric patients were followed up only by tracheotomy. During the 48-month followup period, 5 ventilator-dependent pediatric patients died and the tracheotomy of 2 pediatric patients was closed. When the primary diseases of our pediatric patients were grouped, 16 (50%) were neurological, 6 (18.7%) were respiratory diseases, 5 (15.6%) were muscle diseases and 5 (15.6%) were metabolic diseases. Thirty-one (96.8%) families with tracheotomy and/or ventilator-dependent pediatric patients who continued their care at home reported that their work and social lives were affected; while one family reported as not affected. It was found that the mothers took care of all the patients and 31 (96.8%) of the mothers stated that their education related to the disease process and the maintenance and use of medical devices were sufficient. The fathers stated that they could not go to work and even they were at work they had to come home in unexpected situations of children. Mothers, on the other hand, stated that they could not leave their child alone in any way, because they could not get out of the house, their neighbors did shopping for them. The results showed that all of the pediatric patients were cared by mothers and 31 of the mothers (96.8%) did not consider themselves sufficient, despite being educated on the disease process, the care and use of medical devices, before their discharge. Conclusion: We consider that there is a need for comprehensive studies to reduce the repeated hospitalization of children with tracheotomy and mechanical ventilators, to provide in-service training to the relevant healthcare workers within the home healthcare services; and to provide economic, social and psychological support to the families providing care.

3.Internet addiction, attention deficit and impulsivity among young people in internet cafes
Müberra Kulu, Filiz Özsoy
doi: 10.15511/tahd.20.00112  Pages 12 - 22
Amaç: İnternet kullanan kişi sayısının her geçen gün artması ile ‘Patolojik, aşırı ya da uygun olmayan internet kullanımı’ ve ‘internet bağımlılığı’ gibi tanımlar ve hastalıklar ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada; internet kafelere gitme alışkanlığı olan gençlerin internet bağımlılığı ve dürtüsellik düzeyleri ile dikkat eksikliği ve hiperaktivite özelliklerini incelemeyi amaçladık. Yöntem: İzin alınan iki ayrı internet kafeye aynı mevsim içinde, hafta sonları, birer hafta arayla toplamda on defa gidilerek 150 kişi ile görüşüldü. Çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan internet kafelere devam etme alışkanlığı olan toplam 60 kişi olgu grubuna, 50 kişi de kontrol grubuna alındı. Tüm katılımcılara; sosyodemografik veri formu, internet bağımlılığı ölçeği (İBÖ), Barratt dürtüsellik ölçeği (BIS-11), erişkin dikkat eksikliği bozukluğu/dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanı ve değerlendirme envanteri (DEB/DEHB ölçeği) uygulandı. Bulgular: İnternet kafelere gitme alışkanlığı olan kişilerin İBÖ, dikkatle ilişkili dürtüsellik, motor dürtüsellik ve BIS-11 toplam puanları ile DEB/DEHB tüm alt boyutları kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek saptanmıştır. Beraberinde; İBÖ ile DEB/ DEHB ölçeğinin 1. (dikkatle ilişkili kısım) ve 2. (hiperaktivite kısmı) bölümleri ve BIS-11 motor dürtüsellik alt boyutu ve DEB/ DEHB ölçeğinin tüm alt boyutları pozitif ilişkili bulunmuştur. Sonuç: Elde ettiğimiz sonuçlara dayanarak internet kafelere gitme alışkanlığı olan kişilerin internet bağımlılığı, dürtüsellik ve dikkat dağınıklığı açısından riskli oldukları görüldü. Bu kişilerin kafelerde fazla zaman geçirdikleri, buralarda para harcadıkları ve buna bağlı olarak da iş/okul başarılarında düşme yaşanabileceği çıkarımı yapılabilir. Tüm bu sonuçlardan yola çıkarak önemli bir internet bağlantı alanı olan internet kafelerin denetimlerinin daha kapsamlı yapılması, olası zararlı sonuçların önlenebilmesi için ileri araştırmaların yapılması gerekmektedir.
Objective: With the increasing number of people using the Internet, definitions such as ‘pathological, excessive or inappropriate internet use’ and ‘internet addiction’ occur. In our study; we aimed to investigate levels of internet addiction, impulsivity and attention deficit and hyperactivity characteristics people with habit of going to internet cafes. Method: Two separate internet cafes, in the same seasons, at weekends, ten times in a week 150 people were interviewed. A total of 60 people with a habit of continuing internet cafes and 50 as a control group were included in the study. All participants; The sociodemographic data form, Internet Addiction Scale (PSS), Barratt Impulsivity Scale (BIS-11), Adult Attention Deficit Disorder/ Attention Deficit and Hyperactivity Disorder Diagnosis and Evaluation Inventory (ADH/ADHD scale) (Turgay 1995) were applied. Results: The attitudes of the people with the habit of going to the Internet cafes were significantly higher than the control group with the attention-related impulsivity, motor impulsivity and total scores, and all sub-dimensions of AD/ADHD. In addition, the first (carefully related section) and 2nd (hyperactivity part) sections of ADH and ADHD scale and BIS-11 motor impulsivity sub-dimension and total score were positively related to all sub-dimensions of ADD/ ADHD scale. Conclusion: Based on our results, it was seen that people with the habit of going to internet cafes were at risk for internet addiction, impulsivity and attention deficit. It can be inferred that these people spend a lot of time in cafes, spend money in these places and consequently decrease in their work/school achievements. Based on all these results, the inspections of the internet cafes, which are an important internet connection area, should be conducted more comprehensively and further research is needed to prevent possible harmful consequences.

4.Smoking behaviors of mothers during pregnancy and postpartum in a semirural area
Ahmet Ergin, Ramazan Reha Erken, Ayşen Til, Havva Kasal
doi: 10.15511/tahd.20.00123  Pages 23 - 31
Amaç: Bu araştırmanın amacı Denizli Honaz ilçesine bağlı Kaklık, Kocabaş ve Pınarkent Mahalleleri’nde 12-24 aylık çocuğu olan annelerin gebelik ve doğum sonrası sigara içme davranışlarını ve bunları etkileyen faktörleri belirlemektir. Yöntem: Kesitsel tipteki bu araştırma Ekim-Kasım 2014 tarihlerinde yapılmıştır. Evrenini Honaz, Kaklık, Kocabaş ve Pınarkent Aile Sağlığı Merkezi (ASM)’nde kayıtlı 12-24 aylık çocuğu olan 459 kadın oluşturmaktadır. Örneklem seçimine gidilmeden evren üze-rinde çalışılmış, araştırmaya toplam 254 kadın katılmıştır. Veriler araştırmacılar tarafından hazırlanan sosyo-demografik özellikleri sorgulayan 10 soru, sigara kullanımını ve maruziyetini sorgulayan 21 soru olmak üzere toplam 31 sorudan oluşan anket formu ile toplanmıştır. Bulgular: Katılımcı annelerin yaş ortalaması 28,4±5,4 yıldır ve %64,6’sının (n=164) öğrenim düzeyi ortaokul ve altıdır. Katılımcıların %79,1’i (n=201) hayatı boyunca hiç sigara içmemiş, %12,6’sı (n=32) halen içmekte ve %8,3’ü (n=21) ise sigarayı bırakmıştır. Sigara içmiş olan annelerin %35,8’i (n=19) gebeliği sırasında sigara tüketmiştir. Gebelikte sigara içme durumunu sadece annenin çalışma durumu etkilemektedir. Çalışan annelerin %81,8’i (n=9), çalışmayan annelerin ise %23,8’i (n=10) gebelikte sigara kullanmıştır (p<0,001). Gebeliklerinde sigara içen kadınların %78,1’i sigara bırakma konusunda bir hekim veya hemşireden yeterli bırakma tavsiyesi ve desteği almamıştır. Gebeliği sırasında sigarayı bırakmış 34 kişinin 27’si (%79,4) doğum sonrası sigaraya tekrar başlanmıştır. Sonuç: Bu araştırmada, sigara içen gebelerin hizmet aldıkları sağlık çalışanlarınca sigarayı bırakmaya yönelik eğitim ve danışmanlık alma oranlarının düşük olduğu belirlenmiştir. Gebelikte sigara tüketilmesinin anne ve yenidoğan sağlığı üzerine olan zararlı etkileri bilindiğinden, bu konu hakkında sağlık personeline ve halka verilecek eğitim programlarının planlanmasına yönelik girişimler arttırılmalıdır.
Objective: This study aimed to determine smoking behavior during pregnancy and postpartum and affecting factors of mothers with small children in semirural area, in Denizli, Honaz, Kaklık, Kocabaş, Pınarkent provinces. Methods: This cross-sectional study was carried out between October and November in 2014. The population of the study was 459 women who had children between 12 to 24 months of age and registered to one of the Family Health Centers in Honaz, Kaklik, Kocabas or Pınarkent. We collected the data, from 254 women, without making a sample selection, who were willing to participate in the study, by using a questionnaire prepared by the researchers consisting of 31 questions; 10 questions for sociodemographic features and 21 questions for smoking and passive exposure to cigarette smoke. Results: The mean age of the participants was 28.4±5.4 years and 64.6% (n=164) of the participants’ educational status was secondary school or less. Never smokers, current smokers and ex-smokers consisted 79.1% (n=201), 12.6% (n=3) and 8.3% (n=21) of the study group, respectively. Smoking during pregnancy was reported by 35.8% (n=19) of the ever smoker mothers. Among working mothers (n=9) and non-working mothers (n=10) smoking rates during pregnancy were 81.8% and 23.8%, respectively(p<0.001). Of those who smoked during pregnancy 78.1%reported not receiving, any advice about giving up smoking by any health care provider. Conclusions: We conclude that the rate of receiving education and counseling about giving up smoking from health care workers was low among pregnant women who smoke. This study showed that the participants appear to have inadequate advice or support from health care providers regarding giving up smoking or protecting themselves from environmental tobacco smoke.

5.Determination of breast cancer risk level in women 18 years of age or older
Elif Serap Esen, Beray Gelmez Taş, Güzin Zeren Öztürk, Dilek Toprak
doi: 10.15511/tahd.20.00132  Pages 32 - 40
Amaç: Kanser dünyadaki ölüm sebepleri arasında önemli yere sahiptir. Dünyada ve ülkemizde de kadınlarda meme kanseri en sık görülen kanserdir. Bu nedenle çalışmamızda 18 yaş üstü kadınların meme kanseri risk faktörlerini belirleyip sosyodemografik verilerle ilişkisini ve tanı araçları hakkındaki bilgi düzeylerini değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Bu çalışma 01.10.2018 – 31.12.2018 tarihlerinde Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Polikliniği’nde gerçekleştirildi. Yüz yüze görüşme ile hastalara tarafımızdan hazırlanan sosyodemografik faktörlerin yanı sıra, meme kanseri tanı araçları hakkında bilgilerinin sorgulandığı anket ve Meme Kanseri Risk Değerlendirme Formu uygulandı. İstatistiksel analizde SPSS 15.0 for Windows programı kullanıldı, anlamlılık seviyesi p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 300 gönüllünün yaş ortalaması 40,3±15,3 (18-85) olarak saptandı. Katılımcıların meme kanseri risk puan ortalamaları 146,5±63,9 (50-580) olarak belirlendi. Meme kanseri için, kadınların %91,3’ünün (n=274) düşük, %8,7’sinin (n=26) yüksek riske sahip olduğu bulundu. Meme kanseri risk grupları ile katılımcıların sosoyodemografik özellikleri ve klinik durumları arasındaki ilişkiye bakıldığında; BKİ, medeni durum, menstürasyon başlama yaşı, ailede meme kanseri öyküsü ve kendinde kanser öyküsü olması arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (sırasıyla p=0,014; p=0,007; p=0,01; p<0,001, p<0,001). Boşanmışlarda risk yüksekti. Ayrıca yaş arttıkça ve ilk menstrüasyon yaşı azaldıkça risk puanı artmaktaydı. Meme kanseri tanı yöntemlerini bilme oranı 18-29 yaş grubunda düşük, 41-50 yaş grubunda yüksekti (p=0,009). Eğitim durumu lise ve üzerinde olanların, lise altı eğitim düzeyine sahip olanlara göre; ailesinde meme kanseri öyküsü olanlar olmayanlara göre ve doktor tarafından meme muayenesi yaptıranların yaptırmayanlara göre meme kanseri tanı yöntemlerini bilme oranları anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla; p=0,03; p=0,012; p<0,001). Sonuç: Çalışma grubumuzda yaş, menstrüasyon başlama yaşı, ailede meme kanseri öyküsü ve kendinde kanser öyküsü olması meme kanseri riskini arttıran önemli faktörler olarak belirlendi.
Objective: Cancer is one of the most important causes of mortality in the world. In our country and in the world, breast cancer is the most common cancer among women. In this study, we aimed to determine the risk factors of breast cancer in the population of women 18 years of age or older, and evaluate their sociodemographic features and their knowledge about the diagnostic methods wtih the risk factors we determined. Methods: This research was counducted in Şişli Hamidiye Etfal Training and Research Hospital Family Medicine Clinic between 01.10.2018 – 31.12.2018. Sociodemographic features, a questionnaire about the diagnostic tools of breast cancer and “Breast Cancer Risk Assessment Form” were asked to the volunteers during a face-to-face interview. The data were analyzed with SPSS 15.0 software programme, level of significance was taken as p<0.05. Results: Three hundred patients attended to our study. The average age was 40.3±15.3 (18-85). The mean breast cancer risk score was 146.5±63.9 (50-580). We found that, 91.3% (n=274) women had low risk, 8.7% (n=26) had high risk for breast cancer. We evaluated the relationship between breast cancer, sociodemographic features and clinical status of participants and found that there was a statistically significant relationship with body mass index, marial status, first menstruation age, family history of breast cancer and a personal history of cancer (p=0.014; p=0.007; p=0.01; p=0<001; p<0.001 respectively). Divorced patients had high risk for breast cancer. In addition, as age increased and first menstruation age decreased, the risk score decreased. The knowledge of the diagnostic methods of breast cancer among the age group of 18-29 was low but it was high in the age group of 41-50 (p=0.009). We found that among our participants, having high school education or higher, having a history of breast cancer in their family and having breast examination by a doctor correlated with significantly higher level of knowledge about diagnostic methods for breast cancer (p=0.03; p<0.012; p<0.001 respectively). Conclusion: Age, first menstruation age, family history of breast cancer and personal history of cancer were identified as important risk factors that increase the risk of breast cancer in our study.

6.The relationship between psychological well-being level and virtual environment loneliness level in health workers
Nazlı Şensoy, Pınar Kurttaş Çolak, Nurhan Doğan
doi: 10.15511/tahd.20.00141  Pages 41 - 50
Amaç: Gündelik hayatımızda giderek daha çok yer alan internet/ sosyal medya kullanımı, kişiler arası iletişim ve ilişkilere yeni boyutlar kazandırmıştır. Çalışmanın amacı, sağlık çalışanlarında psikolojik iyi oluş ve yalnızlık düzeyi arasında bir ilişkinin olup olmadığını araştırmak ve demografik değişkenlerin etkisini belirlemektir. Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırmanın örneklemini, üniversite hastanesinde çalışan 325 sağlık çalışanı oluşturdu. Araştırma verileri Kişisel bilgi formu, Çok Boyutlu Psikolojik İyi Oluş Ölçeği (ÇBPİO) ve Sanal Ortam Yalnızlık Ölçeği (SOYÖ) sorularının yer aldığı anket formu ile toplandı. İstatistiksel yöntem olarak tanımlayıcı istatistikler, Mann-Whitney U, Kruskall– Wallis H ve Spearman Korelasyon analiz testleri kullanıldı ve p<0,05 anlamlı kabul edildi. Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 30,47±3,28, %80’ini kadın, %62,8’i evli, %54,2’si hemşire, %65,5’i lisansyüksek lisans mezunu olduğu saptandı. Katılımcıların ÇBPİO ve SOYÖ ölçeklerinden aldıkları ortalama puanları sırasıyla 3,39±0,36 ve 3,19±0,53’dür. Araştırma görevlisi hekimlerin, 5 yıl ve altında çalışanların, gelir düzeyi algısı düşük olan, kariyerini başarısız olarak değerlendiren ve sosyal medya/interneti 1-3 sa kullanan katılımcıların ÇBPİÖ puanları düşüktü (p<0,05). Yalnızlık ve psikolojik iyi oluş arasındaki ilişki Spearman Korelasyon analizi ile incelendi ve aralarında düşük düzeyde negatif yönlü istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu (r=-0,27; p<0,05). Sonuç: İnsanın yaşadığı hayatın bir anlamı olduğu düşüncesine sahip olması durumunun psikolojik iyi oluşun en güçlü belirleyicisi olduğu saptandı. Bireylerin psikolojik iyi oluş düzeyleri arttıkça sanal yalnızlık ve paylaşımları da azalmaktadır.
Objective: The use of the Internet/social media, which has become increasingly popular in our daily life, has brought new dimensions to interpersonal communication and relations. The aim of the study was to investigate whether there is a relationship between psychological well-being and loneliness levels in health workers and to determine the effects of demographic variables. Methods: The sample of this descriptive study consisted of a total of 325 health workers. The research data were collected with a questionnaire including Personal Information Form, Multidimensional Psychological Well-Being Scale (MPPS) and Virtual Environment Loneliness Scale (VELS). Descriptive statistics, Spearman Corelation, Mann-Whitney U and Kruskall-Wallis H test were used for statistical analysis. The statistical significance level was accepted as p?0.05. Results: The mean age of participants was 30.47±3.28, 80% of them were women, 62.8% were married, 54.2% were nurses and 65.5% were undergraduate/graduate. The mean scores of the participants from the MPPS and VELS were 3.39±0.36 and 3.19±0.53, respectively. In this study, Psychological Well-Being scores were found significantly low in the group who work five years or less than five years, research assistants, having low income perception, found themselves unsuccessful in their careers and spend 1-3 hours on daily social media/internet (p<0.05). It has determined that these variables also make a significant difference in virtual environment loneliness. The relationship between loneliness and psychological well-being was examined by Spearman Correlation analysis and there was a statistically significant negative correlation between them (r = -0,27; p <0,05). Conclusion: It was found that having the idea that life is meaningful is the most powerful determinant of psychological well-being. As individuals’ psychological well-being increases, their virtual loneliness and sharing decreases.

OLGU SUNUMU
7.A benign pigmented lesion: A case of black hairy tongue
Merve Yüzbaşıoğlu, Gizem Karagözlü
doi: 10.15511/tahd.20.00151  Pages 51 - 55
Siyah kıllı dil benign, genellikle kendini sınırlayan ve asemptomik olan, dilin dorsumundaki filiform papillaların hipertrofisi ile karakterizedir. Toplumda sık görülmesine rağmen nadir tanı alan bir durumdur. Siyah renk haricinde sarı, kahverengi, yeşil, mavi renklerde de görülebilen bir bulgudur. Etiyolojisinde düşük oral hijyen, sigara, alkol, çay, kahve tüketimi ve bazı ilaçlar suçlanmaktadır. Bu çalışmada, polikliniğimize klaritromisin kullanımı sonrası yangısı artan siyah kıllı dil olgusu sunulmuştur. Tedavi olarak sadece oral hijyen iyileştirilmesiyle iki hafta içinde dildeki siyahlaşmalarda gerileme gözlemlenmiştir.
Black hairy tongue is a benign, usually self-restricting and asymptomatic condition, and is characterized by hypertrophy of filiform papillae on the dorsum of the tongue. Even though it is very common, it’s rarely diagnosed. The symptoms are not limited to black discoloration of the tongue, as the color may also be yellow, brown, green or blue. Poor oral hygiene, smoking, consummation of tea, coffee and alcohol and some medication are believed to be responsible for its etiology. In this paper, a black hairy tongue case wherein the patient had increased inflammation after the use of clarithromycin in our outpatient clinic is presented. With only oral hygiene improvement as treatment, regression of the black discoloration on the tongue is observed.

LookUs & Online Makale